Bir deli varmış zamanın birinde bir köyde. Adı üstünde deli ne zaman ne yapacağını, ne zaman nerede olacağını, ne yiyip ne içtiğini kimsecikler bilmezmiş. Ama hakkında bir sürü hikaye anlatırlarmış. Bir gece karşısına çıkan bir hayaletin onu delirttiğini, savaşa gidip savaşta delirdiğini etrafta anlatıp dururlarmış. Ama köy hali işte iş yok güç yok deli de hazır bari uğraşalım da vakit geçsin düşüncesiyle sürekli bizim deliyi rahatsız edenlerin de hesabı yokmuş.
Günlerden bir gün bizim deli, köyün sınırından serin serin akarak verimli ovaları sulayan çayın kenarında dinlenirken suyun kenarına oturmuş ağlayan güzeller güzeli bir kız görmüş. Bir anlam verememiş kızın ne yaptığına. İzlemiş bir müddet. Ama bir şeyler de anlayamamış.
Sağa gitmiş olmamış sola gitmiş olmamış.bir türlü bu kızın orada suyun kenarında ne yaptığını anlayamamış. Sonunda dayanamamış. Kıza yaklaşmış. Sessizce, ama incitmek korkutmak için değil. Merak işte. O sırada deliyi farkeden kız yavaşça dönmüş ,yaşlı gözlerini gizlemek amacıyla gülümsemeye çalışarak “Merhaba” demiş deliye.
Deli durmuş şaşkınlıktan. Bu kadar güzel bir kız hem de çayın kenarında hem de yalnız. İmkansız bir şeymiş deliye göre. “Herkesin yeri yurdu, evi barkı, yapacak işleri olmalı. Saatlerce burada çayın kenarında oturan bu kızı merak eden hiç kimseler yok mu ki?” diye kendi kendine sormuş deli.
– “Merhaba!”
– “Merhaba” demiş deli, “Ne güzel akıyor değil mi su? Ben de bazen buraya gelir ve suyun akışını izlerim saatlerce?”
“Ben ilk defa geliyorum”, demiş kız “Galiba kayboldum!”. Gülümsemiş bunları söylerken. Gözlerindeki kızarıklık gitsin diye yüzünü yıkamış çayın buz gibi suyuyla. Sonrada mendiliyle kurulamış o güzel gözlerini, tatlı yanaklarını, ateş dudaklarını. Deli hayranlıkla kızı izliyormuş. Onu gören, köyün delisi akıllandı sanırmış. O kadar uysal o kadar sessiz izliyormuş ki kızı sıcaktan etrafında uçuşan sinekleri bile kovmamış.
O anda kız delinin yanağına küçük ama bir buzdağını eritecek kadar sıcak, baldan daha tatlı bir buse kondurmuş. “Senin için geldim, seni götürmeye geldim. Hazır mısın?”
Konuşamamış deli. Onun susuşu kıyamete kadar konuşmamaya yemin eden sessizliklerden daha sessiz bir susuş, onun bakışı yedi dağı delen şahin bakışlardan daha derin bir bakışmış. Başını sallamış “ hı hı.”
Bir an deli olduğu yerde bayılıp kalmış. Bulduklarında kaybolduğunun neredeyse haftası olacakmış. Her yerde aramışlar, sonunda çayın kenarında başında delinin beslediği siyah köpek beklerken bulmuşlar. Evine götürüp doktoru çağırmışlar. Doktor bir şeylerden anlamamış. Muhtar beklemiş günlerce başında. Bakımını yaptırmış.bir hafta sonra ayıldığında söylediği tek şey “Buldum sonunda ” olmuş. Muhtar da yanında bakımını yapan yaşlı kadında şaşırmış buna. Çünkü deli kimselerle konuşmaz, kimselere rağbet etmez her işini de kendisi görürmüş. Ara sıra bir yanık türkü tutturur, kendince eğlenirmiş deli. Deli işte köylü de güler geçermiş bu haline delinin.
Muhtar delinin konuşmasına hem şaşırmış, hem de sevinmiş. Belki be delinin şeylere ihtiyacı vardır diye “Yavrum bir şeylere ihtiyacın var mı? İyi misin? Aç mısın? paran var mı?” diye bir sürü soru sormuş deliye. Aslında konuşmaya en çok ihtiyacı olan sanki de kendisiymiş gibi anlatmış olup biteni deliye. Deli gülümsemiş muhtarın bu şaşkın ve heyecanlı haline. Susana kadar beklemiş.
– “Tamam mı? Bitti mi artık konuşman?”
– “Bitti bitti. Aman oğlum biz de seni dilsiz, sağır bir deli sanırdık. Bak ne güzel konuşursun sen. Yıllardır bu köydeyim. Senin savaştan beri böyle sustuğunu, kimselerle konuşmadığını söylerler. Kimisi de gece gördüğün hayalet midir hortlak mıdır nedir ondan korktuğunu falan söylüyorlar. Ne kadar doğrudur bilemem. Ama olsun en azından dilsiz olmadığını öğrendim. Dur bir köydekilere iyi olduğunu haber salayım da konuşuruz birazdan”
– “İyi muhtar amca yalnız konuştuğumu söyleme millete emi?”
-II-
Sabah olunca eşyalarını toplamış, tıraş olmuş, temiz elbiselerini giymiş bir şekilde köyün meydanına gitti deli. Oradan muhtarın elini öptü ve gitti. Giderken gözlerinden süzülen bir iki damla yaş muhtarı da ağlatmıştı. Bütün köylü onunla nasıl dalga geçtiklerini hatırladıkça utançtan kızarıp bozarıyorlardı. Deli hepsiyle helalleşti. Giderken evini birkaç parça eşyasını da yaşlı muhtaç bir kadına bıraktı.
Ben bu hikayeyi muhtardan dinledim. Evet o köyün muhtarı ama hikayede ki muhtarın torunu. Muhtarlık onlarda aile geleneği gibi bir şey olmuş artık. O kadar güvenilir bir aile ki babadan oğula geçen bu güzel özellik muhtarlığında aileden hiç çıkmamasına sebep olmuş.
Evet bu kadar değil tabii ki bu hikaye. Kim bu deli sorusunun cevabını ben ilk dinlediğimde hemen hemen her cümlede sordum muhtara. “bekle bir öğretmenim. Sabret az kaldı bitecek dedi durdu. Ama bir hafta süren köy gezimin de zevkli ve heyecanlı geçmesini sağladı. Delinin bayıldığı çayın kenarını, bakımsızlıktan harabeye dönmüş olan evini ve bir de fotoğrafını gösterdi bana. Şaka bir yana oldukça geniş omuzları olan iri yarı ve yakışıklı birisiymiş şu deli. Ben de eve dönüşte aileme anlatabileceğim bir hikayem olduğu için çok sevinmiştim. İşte bu yazıda hem hikâyeyi okuyacak hem de delinin resmini göreceksiniz. Ama önce delinin tam hikâyesi.
-III-
Adını söylememiş muhtara deli. “Deli dediniz yıllarca, deli bilin bundan sonra”, demiş giderken. Öğretmenmiş o da benim gibi. Genç bir öğretmen iken askerlik görevi için cepheye gitmiş. Arkasında gözü yaşlı sevdiği, ailesi. Sevdiğin bile doya doya görememiş askere giderken. Uzun süren savaş sonunda köyün yakınında bir cephede savaşırken yakınına bir bomba düşmüş. Bayılmış. Uyandığında bir çukurda bir sürü ceset ile beraber yatıyormuş. Sağını solunu yoklamış, yarası beresi yokmuş. Ama sadece yarası beresi değil hafızası da yokmuş yerinde. O da zor bela da olsa çukurdan çıkmış sürünerek köyün boş kalan evlerinden birine sığınmış. Ha bire sayıklıyormuş. “Dane dane benleri var yüzünde”. İyice iyileşmiş. Hafızası da onu ara sıra yokluyormuş. Cebinde az kalan para ile ara sıra yürüyerek yakın kasabaya gidip elbiseler, malzemeler almış kendince. Gece bağırtılar, ortadan yok olmalar, kimselere karışmadan on yıl kalmış o köyde.
Ve en sonunda çayın kenarına gittiğinde o gün, dünyalar güzeli o tatlı periyi görmüş. “İşte buldum sonunda!”, diye düşünmüş bir an.
– “ Olabilir mi ki? Ama olamaz. Nereden olacak ki. Dilek gelecek. Çayın kenarında benimle konuşacak. Olacak şey değil”
Sayıklamaya başlamış kendince o an. “Dudaklarının ateşini, sıcaklığını, sevecenliğini hissettim o an. Evet oydu muhtar amca. Bana “gel artık. Seni beklemekten yorgun düştüm. ne olur gel. Seni bekliyorum”, dedi bana. Ellerimden tuttu, öptü beni” şeklinde anlatmış olanları. Muhtar da dinledikçe ağlamış, ağladıkça deliye sarılmış. O olaydan 10 gün sonra deli köyden gitmiş. “Aklı başına gelmişti. Herkese gülümsüyor, herkesle konuşuyordu. Helalleşti herkesle” diyordu muhtar. Dilek. Dilek imiş o gün gördüğü perinin adı. Dilek imiş sevdiğinin adı. Dilek. Dilek onu o kadar sevmiş ki; o kadar uzaktan, o hallerde kalbindeki sevgisinin gücüyle, inancının yardımıyla ümidini kesmeden hep beklemiş delisini. Deli de akıllanır akıllanmaz Dileğine koşmuş.
İşte o köye her gidene anlatılan deli ile perinin hikâyesi. Bu hikâyenin sonunu bir şiirle bağlamak istiyorum.
Umut, fakirin ekmeği değil yalnız.
Umut sevginin besini,
Yeşerten su başağı, güzel kokutan çiçeği.
Sabır her aşkın temeli.
Hamuru her aşkın özveri.
Aşk iki kişilik.
Ya Şirin ile Ferhat,
Ya Mecnun ile Leyla,
Ya da Deli ile Peri
Özledim seni.
Senin için…..